TÜRKÜDEN FELSEFEYE

TÜRKÜDEN FELSEFEYE

TÜRKÜDEN FELSEFEYE

Batı düşüncesinin iki bin beş yüz yıllık serüveni, bugün felsefe adıyla bilinen etkinliğin içinde çok önemli yer tutuyor. Felsefe tarihi elbette yalnızca Batı Kültürüyle beslenmiyor; Yunan Düşüncesinde "Doğu"nun, Uzak Doğunun, Mezopotamya'nın, Mısır'ın, Anadolu'nun etkileri görülmüyor değil. Felsefe, Batı Düşüncesinin aktığı ana ırmağa dökülen farklı yan ırmaklara da sahip. Felsefe ırmağı, tüm kültürlere açık. Onunla birleşen derelerle, ırmaklarla, çıktığı o, insanlığın binlerce yıllık yaşam birikiminin kavramlaştırıldığı karlı dağlardan akıp, zenginleşerek, insanın bu gezegendeki başarılarının, kültürünün oluşturduğu engin denize karışıyor. Bu, tüm kültürlerin akabileceği felsefe ırmağına bizim kültürümüzden karışan dereler, çaylar ya da ırmaklar var mı?

Bizde elbette felsefe ırmağı var. Üniversitelerimizde felsefe bölümleri, dergilerimiz, kitaplarımız, etkinliklerimiz var. Bu ırmak o ana felsefe ırmağına kavuşuyor mu? Çok ama çok cılız sızmalar var belki, ırmağımızdan, o ana ırmağa. Ana ırmağa su taşıyan Türkiyeli Türk felsefecilerimiz var ama, onların çok ama çok azı kendi kültürümüzden çıkan ırmakla beraber akabiliyor ana ırmağa.

Ne demek, bir kültürden beslenerek ana felsefe ırmağına akan dereler, ırmaklar oluşturmak? O kültürün yaşama dünyasından, dil bahçesinden, düşünce mimarisinden, sanat çiçeklerinden, inanç müziğinden, bilim ağacından, yaşam toprağından beslenen bir ırmak olarak ana damara kavuşmak demek.

Kültürün yaşama dünyasını keşfetmek gerek. Yaşama dünyası, düşüncenin beslendiği, kavramların köklerinin kendisinden oluştuğu dünya. Bu dünyanın olanaklarıyla ortaya çıkan dil bahçesi o kültürün, o yaşam biçiminin ortaya koyduğu dil bahçesidir. Dil bahçesinden geçebilen bir felsefe ırmağı o bahçenin toprağı, bitkileri, kokularıyla akar, ana ırmağa. Bahçeyi taşır içinde. Dil bahçesine uğramamış ırmağın, o kültürden devşirebilecekleri çok azdır, o kültüre dışarıdan, uzaktan bakan konumdadır, o kültürden, o kültürle, o kültürü taşıyarak ana ırmağa akması zordur. Her kültürün düşünce mimarisi vardır: Bu mimari, folklordan, törelerden, sanat yapıtlarından, edebiyat ürünlerinden oluşabilir. Felsefi düşünmeye kaynaklık edebilecek, onu besleyecek bir felsefe öncesi yapıdır. Bu yapıyı işleyip, bu hammaddeden, ana ırmağa dökülebilecek felsefe ırmakları oluşturabilmek, o kültürün felsefecilerinin, filozoflarının bir başarısı olacaktır. Sanat çiçeklerine de konabilir felsefe arısı; o kültürün inanç düzenlerinden, efsanelerinden, inançlarını yaşayış biçimlerinden, inanç müziğinden nağmeler taşıyabilir, o kültürden felsefeye karışacak ırmağa. Dil bahçesindeki bilim ağaçları, o yaşama dünyasının evrensel bilime katkısıdır, felsefe ırmağı o ağaçların köklerinden geçerek ulaşır ana ırmağa; o kültürü diliyle, sanatıyla, inancıyla, bilimiyle işleyerek felsefeye katabilir.

Örneğin Amerika Birleşik Devletleri kendi yaşam dünyasından beslenen Pragmacı Felsefeyi oluşturabildi. Rorty gibi düşünürleriyle bu oluşumun serüvenini hala yaşayabiliyor.

Bizde yapılıp edilenleri, sorunumuz açısından kabaca sınıflandırırsak karşımıza şöyle bir görünüm çıkabilir: Akademik felsefeyi gerçekleştirenler ve "cıvık" felsefeye yapanlar (Elbette bu ayrımın dışında kalanlar olabilir, ilk elde, sıkıntımı vurgulamak amacıyla bu bölümlemeyi yapıyorum). Akademik felsefe, büyük çoğunluk, üniversitelerde, akademisyenlerce gerçekleştiriliyor. Bir bölümü, Batıda yapılanı taklit ediyor, bunu Türkçe‘de ve Batı Dillerinde yapıyor. Taklit, felsefeyi tanıtmak, kültürümüzle tanıştırmak açısından yararlı yanlar taşısa da, felsefeye ve kültürümüze kalıcı katkılarda bulunamıyor. Batıda yapılana, çoğunlukla Batı dilleriyle yapılan katkılarsa, akademik felsefenin değerli bir öbeğini oluşturuyor. Bir de bu iki öbeğin dışında kalanlar var ki, onlar papağanlardır ne Batıyı ne bizi doğru dürüst bilmeden, nasılsa öğrendikleri kalıp düşünceleri yineleyip duruyorlar.

"Cıvık felsefe" diyebileceğim sözde felsefe çalışanları ise, günün sorunlarının etkisinde, çağrışımlarla yürütülen sığ bir düşünce işleyişi içinde, titizliği olmayan "gazete makaleleri" (sözümüz titiz "gazeteci" arkadaşlara değildir!) biçimindedir. Zaman zaman (belki de çoğu zaman) benim yazılarım da böyle bir izlenim vermiyor değildir. Elbette bu tür ürünlerin değeri yoktur.

Kendi özümüzden beslenen felsefeye ulaşmanın birçok yolu olduğunu düşünüyorum.

Kültürümüze yakışan bir yolun da "türküleme" yolu olduğunu ileri süreceğim. Türküleme bir metafordur! Felsefeyi besleyen yaşama dünyamızı keşfetmek için, bu dünyayı görmemizi engelleyen dil kalıplarının, düşünce kalıplarının kırılmasıdır. Dilin üzerimizdeki basıncını hafifletip, kendimiz olanı keşfetme yollarından biridir türküleme. Günlük dilin, sokakta konuştuğumuz, gazetelerde, televizyonlarda kullanılan dilin yozlaştırıcı etkisinden sıyrılmayı hedefler. Akademik dilin belli çerçevelere sokularak sıkıştırılmış havasından koparır. Gelenekten gelen dilin, bize öğretilme yollarını genişletir. Siyasal, ekonomik, kültürel egemenlik kurma amacıyla ortaya konan dünyanın konuştuğu küresel dilin mengenesinden de kurtulmak için gereklidir, türküleme.

Felsefe aklımızla gerçekleştirilir. Aklımız, bedenimiz, duygularımız, çevremizle bir bütündür. Bu topraklardan çıkacak felsefe pınarını keşfetmek, oluşturmak, aklımızla yaşantımız arasında kuracağımız sağlıklı etkileşimlerle, iletişimlerle olanaklıdır. Bu pınarı görmemizi engelleyen örtülerden, duvarlardan kurtulabilmek, bu pınardan beslenen dilimizi dinleyip, yorumlayabilmekle gerçekleşir. Dile karşı uygun bir duruşla, tavırla sağlanır. Bu duruş, günlük, akademik, geleneksel ve kültürel dillerin bizi sıkıştırdığı düşünme dehlizlerden çıkma için çabalamaya yardımcı olur. Türküleme duruşu, yaşama dünyasından beslenen arık dilimizi örten "pılı pırtıların", günlük akademik, geleneksel, kültürel yaşayış biçimlerinin çökeltilerini temizlemeye yöneliktir. Kültürümüzün kaynağından akacak felsefe ırmağının yaşama dünyasına karışabilmesi, dil kalıplarının kırılmasına bağlıdır. Kısaca dilin kırılması diyebileceğim bu başarıya (Leistung) türküleme ile ulaşabiliyoruz (Nietzsche'nin Zerdüşt'ü alışılagelmiş söyleyiş kalıplarını kırmak için sık sık türkü söyler!).

Dilin kırılmasını gerçekleştirecek türküleme nasıl sağlanır? Neden bu felsefece duruşa türküleme diyorum?

Türkülemeye uygun bir duyarlılık ve dönüşüm içinde olmalıyız öncelikle. Dilin önünde uygun bir duruş (einstellung) gerçekleştirmeden dili dinleyemezsiniz. Dili dinleyemezseniz ondaki türküyü işitemezsiniz. Bunun için türkünün sesini engelleyen gürültülerin uzağında kalmaya çalışarak dile kendimizi bırakmak (Gelassenheit) gerekiyor. Buradaki temel kabulümüz şudur: Her dilin bir türkü katmanı vardır (Sağ olsun, bu eğitim sistemimizle hangi bilim dilinin türküsünü duyabiliriz, türkü katmanına erişebiliriz?). Günlük dildeki türkü, sıkıştırıldığımız yaşama cenderesiyle, basma kalıp düşünce ile duyulabilir mi? Eski metinlerdeki, örneğin, divan şiirindeki türkü, uzmanların dar kafalılığı yüzünden işitilemez olmuyor mu? Medyayla pazarlanan, siyasal güç oluşturan küresel dilin "özgürlük", "demokrasi", "insan hakları", "insan sevgisi" gibi deyişlerinin sakız haline gelmesiyle, bu kavramların insana özgü türkü katmanları duyulamıyor. Türkçenin türkü katmanını basma kalıp dilbilimsel, dilbilgisel çözümlemelerle duymak biraz zor. Her dilin türkü katmanı olduğu gibi, her insanın da bir türkü katmanı vardır. Oraya ulaştığımızda özgürleşirsiniz. Yorum zenginliği gelir bakışınıza. Bir metindeki, bir insandaki türkü katmanına varmak, onlarla sıcak, içten ilişkilerin başladığının işaretidir. Yüzyıllarca önce, Sokrates, Phaidros diyaloğunda Lüsias'ın metniyle böyle bir türküleme ilişkisine girebiliyordu. Dildeki kırılmayla girişilen anlam kazısıyla varılan katmanlarından duyulan türkü sesi, o dildeki yorum zenginliğine götürür bizi (Okur, özellikle Husserl Fenomenolojisi ve Heidegger'le akrabalığıma dikkat etmelidir!). Anlam farklılığına ulaşırız. Dilin üzerimizdeki basıncı hafiflemiştir. Önümüzdeki metnin "benzerlerini", içeriğindeki savlara zıt birçok metinler olarak üretme aşamasına gelebilmişiz demektir (Yapıbozum olanağı!). Böylece, kültürümüzün türkü katmanına vardığımızda, kültürümüzdeki türküyü duyarız (Buradaki "türkü" sözünü, felsefe yapmayıp da, onun yerine "şarkı-türkü söyleyeceğimiz" anlamında anlayan değerli felsefecilerimizin kulaklarına yeniden söylüyorum!).

İşte, özümüzden kaynaklanan felsefe ırmağının ana felsefe ırmağına dökülebilmesi, bu türkü metaforuyla ulaştığımız, dilimizin, dillerimizin anlam katmanıyla gerçekleşir. Bu katmanlardan, yorum zenginlikleriyle işitilecek yaşama dünyasının sesini duyarız. Katmandan, katmanlardan türkü sesini duyamadığımızda, kazmayı sürdürürüz. İşittiğimiz yaşama dünyasından gelen sesi, metafizik, şiirsel, edebi... dillerde anlatabiliriz. Sonra bu dil, giderek yoğrularak, ana felsefe ırmağına katılacak hale getirilir. ıki bin beş yüz yıllık felsefe geleneği içinde, bu geleneğin kavramları, filozoflarının diliyle karşılaştırılıp, hesaplaşmalara girişilir (Türkünün aklı olmayacağını sananların, aklın türküsünü duyamayan işitme özürlü olduklarını görebilirsiniz!).

Demek ki, türküleme tutumunun, dinleme aşamasının ardından, söyleme aşaması da vardır. Söyleme aşaması da kendi içinde ara aşamalar oluşturur. Türkü dili, aklın diline dönüştürülür. Başarıldığında felsefe, çağrılan bir felsefe olur. Tıpkı türkü çağırmak gibi. Felsefe çağırmak, felsefeyi çağırmak demektir bu topraklara. Bu topraklardan tüm dünyaya.

                                

                                                               

                               

              

29 Ağustos 2023, 14:16 | 227 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*