ŞİİR SIZISINDAN ŞİİR HÂLİNE

ŞİİR SIZISINDAN ŞİİR HÂLİNE

ŞİİR SIZISINDAN ŞİİR HÂLİNE

            Şiir nasıl olanaklıdır? Şiirin olanak alanını nerede aramalıdır? Şiir üzerine eski yazılarıma gönderme yapmadan oralarda dillendirdiklerimi yeniden gözden geçirip betimleyerek bu sorulara kısa yanıtlar arama çabası ile açayım şiir karşısında hallerimi. Burada “hâl” sözcüğünü kullanıyorum, poetika sözcüğünü kullanmak istemediğim için. Söyleyeceklerim bir şiir sızısından kaynaklanıyor. Şiir sızısını Batı Dillerinde Dichtungschmerz sözcüğüyle karşılayabiliriz belki. Almancadaki Weltschmerz’e benzeterek. Weltschmerz,  dünyada şu anda ve gelecekteki kötülükler karşısında duyulup, derin bir acıyla yaşanan karamsarlığı anlatıyor. Kelime kelime çevirirsek dünya ağrısı, dünya sancısı demek. Dünya yorgunluğu, bıkkınlığı, usancı anlamına da gelebilir. Dichtungschmerz, şiir sızısı,  şiirin rahatsız ettiği bir dünyada yaşamayı anlatıyor. Şiirin verdiği sızıyı duyuyorsunuz yüreğinizde. Bu sızı, şiir konusundaki her teoriyi rahatsız eden bir derin, ince kaygıyı dile getiriyor. Bir anlamda yaşam kaygısıdır, insan olma sancısıdır. Her türlü gafleti, kendini beğenmişliği yaralayan bir sızıdır. Kim bilir kimi şairlerimiz yaşıyordur belki. Belki de hiç duyanımız yoktur. Her türlü teoriyi rahatsız eden bu sızı sizi teori yapmaya götürür çelişkili görünen bir biçimde.

            Şiir sızısı sizi şiirin bir onto-arkeolojisine, varlık arkeolojisine götürür. Bundan dolayı “şiir nasıl olanaklıdır?” diye sorarsınız. İnsan nasıl bir varlık ki şiiri oluşturuyor, şiirle bağ kurabiliyor? Dünya nasıl bir dünya ki orda şiir var? Şiir sızısı bu sorulara aradığınız, vereceğiniz her yanıtı rahatsız edecektir. Yine de şiir karşınızdaki halleriniz sizi konuşturacaktır. Konuşturacaktır şiir sızısı ile.

                                                           ***

            Şiir belli bir olanağın uçlarına varılıp, aşılmasıyla oluşturulan “yeni” olanaklarla ilgilidir. Bu olanaklar insan olma olanaklarıdır. Bu olanakların tümü, bir canlı türü olarak insanın kendini gerçekleştirme olanağıdır. İnsan bu olanakla doğar. Bedeninin, çevresinin, geçmişinin sağladığı olanaktır bu. İnsan bu olanaklarla sınırlıdır da aynı zamanda. Alışılagelen anlamıyla buna “kültür” denmiştir. İnsan hazır bulduğu doğanın bir devamı olan, onun etkinliklerinden ve ortaya koyduğu ürünlerinden oluşan kültürü yaratmıştır. 

            Şiir kültürün her alanında olabilir. Günlük yaşamda, bilimde, sanatın bütün dallarında. Her nesnede, her olup bitende şiir bulunabilir. Her olguda. Her olayda. Şiiri algılayabilme özelliği insan olma olanağıyla insana verilmiştir. Aristoteles, “insan doğası gereği bilmek ister” der. İnsan şu geldiği aşamada şiirleyebilme olanağına kavuşmuştur.  İnsan doğası gereği, günlük yaşamda kalma kaygılarının ötesinde, yaşadıklarını, yaşıyor olduklarını, yaşayacaklarını şiirlemek ister.

            Ne demek her nesnenin şiir yaşantısını sunuşu? “Her nesnede şiir vardır”, ne demek? Şiirleyebilmenin, şiirlemenin anlamı nedir?

            Şiir edebiyattan öncedir. Çoğumuza şaşırtıcı gelse de dilden de önce. Kültürün başlangıcında, kültürle birlikte, insan yaşantısına katıldı. İnsan, yaşamda kalma kaygısının dışında, av, karnını doyurma, kendini güvenlikte hissetme, türünü devam ettirme telâşının dışında, varlık karşısında hayranlık, huşu, coşku duymayı yaşamaya başladı. Bu, şiirin insan yaşamına girişinin başlangıcını oluşturdu. Esen rüzgârın, güneşin doğuşunun, batışının,  doğadaki hayvanların, bitkilerin güzelliğini yaşantısına katmayı başardı. Şiir insanın içindeki yaşam enerjisini duyma yollarından biridir. (Bilme merakı, ele geçirip egemen olma, sahip olma, toplumda yer edinme çabaları, spor, yarışma, sanat tutkuları bu enerjiyi duymanın diğer örnekleridir.)

            “Şiir nasıl olanaklıdır?” sorusunun olası yanıtlarından biri de “insandaki yaşam enerjisinin (bu yazı da buna yaşam erkesi diyeceğim!) ona sağladığı olanakla olanaklıdır” olabilir, çok kabaca söylersek. Şiir yaşantısına kavuşabilmek, bu enerjiyi(bu yazıda buna şiir erkesi diyeceğim!) duyabilmekle başlıyor.

            Şiir erkesiyle olan ilişkimiz çift yönlüdür. Bizim nesneye, olaya, olguya, olup bitene şiirleme ile yönelebilme gücümüze, yetimize bağlı olarak, yöneldiklerimiz, kendilerindeki şiiri açabilir bize. Şiirleyen biz miyiz, üzerinde etkinlikte bulunduklarımız mı? Alışılagelen terimlerle, özne mi nesneyi şiirliyor, nesne mi özneyi? Şiirleşim karşılıklıdır. Şiirleşim olup bitiyorsa evrenin bir yerinde, orada varlığın kendindeki şiiri açması, ortaya çıkan şiir ışınımının şiir yaşantısına dönüşmesi söz konusudur. Şiirleyen ve şiirlenen karışıyor birbirine. Ondan mı geliyor şiir, ben mi gönderiyorum ona? Birlikte “yaşıyoruz” şiiri. Ben hem şiirleyenim hem de şiirlenen. Şiirini duyduğum varlık, hem şiirleyendir, hem şiirlenen.

            Şiirleme ile şiirlenme karışır birbirine. Tıpkı kendi bedenimize dokunmamız gibi: Hem dokunanız hem de dokunulan. (Bir zamanlar Merlau-Ponty’nin sorun edindiği ilginç bir gözlem!)Şiirleşim varsa bizden evrene şiir, evrenden bize şiir açılımları vardır. Bu anlamda şiir yaşantısında özne-nesne gibi bir ayrım anlamlı görünmüyor.

            Karşı taraf şiirini açıyor da ben alamıyorsam şiir ışınımı körü, şiir ışınımı duyarsızı isem, şiirleşim yoktur ortada. Ben açıyorum şiirimi ama ulaşmıyor varlığa: Yolladığımı sandığım ışınım boşlukta yitip gidiyor, şiirleşim oluşmuyor.

                                               EDEBİYATTA ŞİİR

            İnsanın evrende var oluşuyla ilgili olup biten ve yaşanan şiirleşim, edebiyattan nasıl görünür? Çoğunlukla, şiirin edebiyatın bir dalı olduğu sanılır. Ölçülü, uyaklı sözlerden oluşan, yüzyıllar, belki de binyıllar öncesinden gelmekte olan, birçok kültürde dilsel anlatımının aktarılıp, saklanması kolay olduğu için, belli bir ritim içinde müzikle iç içe giren dilsel yapılar olarak bakılmış şiire. Dil içinde görülmüş. Bu etkileyici “söz ağlarından” zaman zaman ürkülmüş. Yalan olduğu, insanı çok kolayca sapkın düşüncelere, duygulara itip, egemen düzene ya da kurulması düşlenen düzene zarar vereceği ileri sürülmüş. Son yarımyüzyılda Batıda şiir-mantık, şiir-kalıplarla yürütülen rasyonel düşünce karşıtlığı tartışılır olmuş. (Örneğin, Rorty, Faucault!)

            Bir onto-noetik işleyiş olarak, şiirleşimin sanatta, bilimde,felsefede, günlük yaşamda, farklı yansımaları var. Edebiyatta kendini dil olarak ortaya koyuyor. Dil ile görünüyor. Dille ortaya çıkışı, onun yalnızca dilden ibaretmiş gibi anlaşılmasına yol açıyor. Oysa şiir dilden öncedir, insanın varlıkta, bir varlık olarak kendinde keşfettiği bir olanaktır. (Varlık dilden “öncedir” bu savıma göre!)

            Şiir sözcüğü Batı dillerinde üretmekle, meydana getirmekle (poiesis!) ilgili, bizde şuurla, bilmeyle, fark etmekle, duymayla. İki bakış da şiiri anlatıyor. Şiir bir yanıyla ortaya koyma, bir anlamıyla eylem, üretim (ontik yanı), bir anlamıyla yaşantıdır (noetik yanı). Bir hadisedir şiir, bir olup bitmedir (ontik yanı). Duyulan, düşünülen bir yaşantıdır aynı zamanda (noetik yanı).

            Şiir, söylenir, yazılır: Ortaya konur. Üründür, üretimdir. Yaşanır. Yaşantıdır. Ortaya konmasına, Aristoteles gibi poiesis, meydana getirme diyebiliriz. Ben biraz önce “eylem” sözcüğünü kullandım. Aristoteles’in “praksis” sözcüğünün anlamlarından biri “eylem”. Şiir bir eylemdir, çünkü insanların bir arada yaşamasıyla ilgilidir. Yaşamak, bir arada yaşamak olduğu için, hem ortaya koyma hem yaşantı, insanlar arası özellikler taşır. Şiir, insanın bir arada varoluş olanaklarından biridir, bir aradalık ondaki ahlak boyutunu gösterir. Şiir hem duyuş hem üretiş olarak insanların bir aradalığı ile ilgilidir.

            Duyuş ve üretişe önemli bir kültür ürünü eşlik eder: Dil. Dil, bir aradalıkla ilgilidir, alışılmış anlamıyla toplumsaldır. İnsanların bir arada yaşama düzeninin bir boyutunu oluşturan ahlakı içinde taşır.

            Şiir en azından üçlü bir olanağın uçlarda gerçekleşmesiyle ortaya çıkıyor.

            İlki evrendeki şiir erkesine(enerjisine) değme olanağıdır. Bu erke öncelikle bedenle, bedenden duyulan bir erkedir. Beden, duygular, düşünceler ve çevreyle bir bütün oluşturduğu için erkeyi duymak, en azından bu dörtlü bir aradalığın birlikte çalışmasıyla gerçekleşebiliyor.

            Şair doğulur, olunmaz denilir. Bir açıdan hak verebileceğimiz bir savdır. Beden yapımız şiire  “uygun” değilse, salt emek ve aşkla bu açığı kapatmak pek kolay gözükmüyor. Şair olmanın ardında koşan arkadaşlar şu örneği düşünebilirler söz gelimi. Bedeniniz bir atlet olarak yüksek atlamaya uygun değilse, yüksek atlama alanında başarılı bir atlet olma şansınız yoktur. Benzer bir örnek, resim, müzik gibi alanlardan da verilebilir. Değme yetisi diyebileceğimiz, erkeye dokunabilme, erke ile dolma salt istek ile gerçekleşemez. Çalışma ve şiir aşkı da bu yeti eksikliğini tam anlamıyla kapatamaz.

            Elbette bu değme yetisi, uygun çevre, ortam içinde, aşk, çalışma, yaşantı-bilgi donanımıyla güçlendirilebilir. Çalışılmazsa zamanla değme yetisi yitebilir.

            Alışılagelen deyimlerle konuşursak, değme yetisi “esin”, “ilham” gibi adlarla günlük yaşamda sezilir olmuştur. Bedensel uygunluk olmadığı sürece, evrendeki erke sizin şiir alıcınıza ulaşamayacaktır.

            Değme, dille, kültür içinde olur elbette ama erke dilden öncedir. Dilsizdir. Dilin alışılagelen kalıplarını kırmada önemli bir güçtür. Bu ilk olanağa onto-poiesis olanağı diyebiliriz, Batı kültürü içinde.

            “Değme” kavramının abartılı bir mistik anlayışın sonucu olduğunu düşünenler olabilir. Hele şiiri dil içine tutsak edenlerin hiç hoşlanmayacakları bir şiir yorumu yaptığımın farkındayım. Şiirin kökeni dilde değildir, dil öncesidir demekle kastım, onun eko- biyolojik bir köken taşıdığını vurgulamaktır. Özellikle yirmi yüzyılın kimi Alman ve Anglo-Amerikan düşünürleri dilin işlevini çok abarttılar. Varlık dilin içinde değildir, dil varlığın içindedir. Varlığın kendini ortaya koyma olanaklarından biridir, dil.

            İkinci olanak bu erkeyle yaşantılananın, duyulup düşünülenin ifade olanağıdır.

Dille çok yakından ilgilidir. Değinilen erkeyi dillendirmek ayrı bir yetenek ister. Buna dillendirme yetisi diyelim.

            Demek ki, edebiyatta şiir oluşturmada değmek yetmiyor. Şiir erkesini derinden duyabilir ama dile getiremeyebilirsiniz. İlginç olan bu yetilerin ayrı ayrı yetiler oluşudur.

            Dillendirme kurnazlığı diye bir kurnazlığa dikkat çekmek isterim. Değme alanında böyle kurnazlık söz konusu olamaz. Dil alanı “retorik” olanağı olan bir alandır. Yalanların, ustaca yapıldığında pek farkına varılmayan sahte deyişlerin kolayca kol gezdiği, sığ, uçucu, taklit söyleyişlerin, manzumelerin de vatanıdır dil. Dillendirme kurnazlığı, değme yetisine karşı oynanan bir oyundur. Aklın, teorinin, hırsın, belki de masum isteklerin yardımıyla, değme yetisiyle gelebilecek erkenin yeri, sahtesiyle doldurulur.

            Dillendirme yetisinin aşamalarından söz edebiliriz. Dilin, günlük kullanıma zorlama gücü vardır. Dil, zaman içinde duyma düşünme, ifade etmeyi ele geçirir. İnsanları günlük kullanımı zorlar. Dilin bu direncini aşmaya başlayınca ikinci olanağın alanına girebiliriz. Daha önce söylenmiş şiirler alanıdır bu. Bu şiirlerin de bir direnci vardır şiir yolcusuna. Kendilerine çekmek ister, taklit edilmek ister geçmiş şiirler dilde. Şiir sızısı sizi bu alana çekilmekten alıkoymaya çalışır. Değme gücünüz yoksa ya da çok zayıfsa söylenmişlerin kafesinde sıkışıp kalırsınız.

            Erkenin belli kalıplarla ortaya çıktığı sıkı söyleyiş zorlamalarının olduğu şiir alanları da vardır: Hece, aruz ölçüleri, eski yunan şiirindeki ölçülerle yazılan şiirler birkaç zorlayıcı deyiş örnekleridir. Yalnızca dilin sesi değil, o ses ve ritimle gelen imgeler, çağrışım bağları da bu zorlamaya uyar. Örnekse divan şiiri. Şiir erkesi divan şiirinde dilin belli çerçevesi içinde döner durur.

            Erkeye değip, onu dile aktaramadığınızda edebiyattaki şiiri gerçekleştiremezsiniz. Değme yetisi ile dillendirme yetisi birlikte şiirin doğuşunu hazırlar.

            İkinci olanak alanında çalışabilenlerin bir bölümüne erkenin değmediğini söylemiştim. Bu değmeyenleri iki öbekte toplayabiliriz, beceri sahipleri ve maharet sahipleri olarak. Beceri, dilin direncini yenme gücünü gösterebilme özelliğidir. Beceri sahibi manzumeci kalıpları kırabilir, sözcüklerle oynar. Alışılagelen anlamıyla imgeler yaratır. Çağrışımlar kurar. Beceriklidir dil alanında. Becerisi erkeye değmez. Sözcükleri besleyen can suyu eksiktir. Erkeyi duyan, ona değen okur, önündeki beceri ürünü manzumeyi anlar. Erkesiz okur, beceri ile yazılmış şiirler ovasında dolanır durur. Dağın ve magmanın farkında değildir.

            Demek ki şiir yazmak kadar şiir okumak da yetenek ister. Becerikli şair adayını becerikli okur okuyup da ona şiir der.

            Hüner de yüksek düzeyde bir beceridir. Hüner sahibi hem becerikli hem de bilgilidir. Bu bilgisi, daha çok bir meslek bilgisini andırır. Akademisyendir örneğin, edebiyat, şiir dil üzerine kuramlar bilir. Onları beceri ile uygular. Ortada şiir olduğu sanılır. Bir kısım hünerli insan, dillendirme kurnazı olduğu için, onlara sahte şair, müteşair diyebiliriz. Hüner sahipleri bir anlamda gözbağcılar gibidir: Şapkalarından sözcük çıkarırlar. Şapka hilelidir.

            Bir şairin değip değmediğini nasıl anlarız? Bütününe, tüm yazdıklarına, yaşadıklarına bakmak gerek. (Örneğin sözcüklere vurgu yapan Mallermé elbette değmiştir. Değdiği için sözcüğün yerini, ikinci olanağı, sezmiş, bu olanağın uçlarına gidebilmiştir!)  Bunun için bizim de beceri ve hüneri aşan bir şiir kavrama yetimizin olması gerekmez mi?

            Değmişin dil ustalığı maharet sahibi olmasıyla ortaya çıkıyor. Maharet, beceri ve hüneri aşar. Bu aşma, evrendeki şiir erkesinin dile değdiği yere giden aşıta (geçit, aşılacak yer) ulaştırır. Maharet erbabı beceri ve hünerle donanmıştır, o donanımını besleyen, ona şiir canı kazandıracak olan evrendeki şiir erkesidir.

            Maharet sahibi, iç ve dış dünyasındaki şiir erkesiyle ustalığını giderek arttırır. Şiiriyle arasını kapatır, şiir olur. Bu aşamaya marifet aşaması diyebiliriz. Bu aşamada şair şiiri yazmaz, şiir şairi yazar. (Bir anlamda Heidegger’in Stimmung’u!) Şair, dilin dillenmesine izin verir (Sprache spricht!), dili zorlamaz, tasarlamaz, şiir dışı hesap yapmaz, şiir erkesi, şiir olmuş şairle dilde kendini gösterir. Onda, onunla şiir olup biter.

            Marifet sahibi şairi, marifet sahibi okur yaşayabilir. İşte tam da orada şiirleşim olup biter. Elbette edebiyat eleştirmenlerine bu noktada çok iş düşüyor. Beceri, hüner, maharet, marifet sahibi şairleri değerlendirme, o kültüre değen şiir enerjisinin ortaya çıkmasına katkıdır.

            Körlemesine yazarak, yazdıklarının şiir olduğunu düşünen beceri sahibi bile olamayan, erkenin değmediği nasipsiz şair taslaklarının karaltılarından kurtulmak gerekmez mi? Oysa şiir bahçesi öyle verimli bir toprağa sahiptir ki tek tük yetişen güllerin çevresini hoyrat yaban otları sarar. Ayıklanması zordur. Güllerin çevresinde onların varlığını tehdit eder hale gelebilirler.

            Burada üçüncü olanak üzerinde çalışmak gerekiyor. Edebiyatta şiirin çıkışı, yalnızca şair ve okurunun iki ayrı alanda yetenekli olmasıyla sağlanamıyor. Değen marifet sahibi şair, içinde bulunduğu kültür tarafından,  yaşadığı çağda ya da sonraki çağlarda kabul görmüyorsa, varlığını fark etmemiz şansa kalmıştır. Ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel koşullar, ortaya şiir diye konulanı belirler. Erke ve marifet toplumun içinde kabul görüyorsa şiirin varlığını fark edebiliriz.

            Burada, toplumsal kabul görmüş ama ne değme ne de en azından beceriye bile sahip olan müteşairlerin varlığından söz edebiliriz. Üzerlerinden çifte sahtelik akan bu kimselerin şiir diye yazdıkları hem beceriden hem değme yetisinden yoksundur.

            Gözlemlerim beni yanıltmıyorsa dergilerde şiir olarak yazılanlarda, yayımlanan şiir kitaplarında, dilin kafesine sıkışmış, kimi zaman beceriden bile eser bulunmayan, kimi zaman hüner dolu şiirler görüyorum. Bu çağda yaşadıklarımıza dilimizin bitimsiz olanaklarıyla bakabilen, şiir erkesinin vurgunun yemiş, şiire sadık, çalışkan, şiir adâbına sahip şairlerin sayısının çok az olduğunu görüyorum. Belki her çağda azdılar. Bu “azlar”, çok sayıda manzumeci ve müteşairlerle birlikte yaşama zorundadırlar.

            Bir kültür, o kültürün edebiyat çevresi ve ortamı, değmiş, maharetli, marifetli şairlerin var oluşunu sağlayamıyorsa, dünya, şiir yoksunluğu içinde dönmesini sürdürecek demektir. Dünyanın şiir yoksunluğu yaşadığı çağımızda, birileri çıkıp, şiir yoksunluğunun şiirini yazabilecek midir?

            Bu sorunun yanıtını ararken şiir sızım sorunun kendisinin çok anlamlı olmadığını söylüyor. Şiir sızım kimi zaman şiir üzerine yazılanların hiçbir işe yaramayacağını da alaylı bir biçimde söylüyor bana. “Şiir bir meydana getirme eylemidir” diyor. İnsanlar yaşamlarındaki şiir erkesini duyamıyor ona dokunamıyorsa bu sorun yazı yazarak çözülemez. Şiir gidip getirilmez. Kendisi gelir. Gelenin, geldiği sanılanın şiir olup olmadığını bilme olanağı da yoktur. Şiir felsefece, bilimce bilmenin dışındadır. Yaşanır. Yaşananın, düzyazı olarak betimlenerek yorumlanması, edebiyat eleştirmeninin, edebiyat kuramcısının işidir. Şiir sızısı şiir üzerine söylenenlerden rahatsızlık duymakla başlar. Şiir olarak ortalıkta dolaşanlardan dolayı kahrolmanın sonucunda ortaya çıkar. Her kuramdan, her şiir yazısından rahatsız olur da tutar insana sonradan rahatsız olacağı şiir yazıları yazdırır. Buna şiir sızısı paradoksu denir. Bu paradoks şair kardeşlerime armağan olsun.

31 Ocak 2024, 00:08 | 445 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*