Bir Can Filozof Göçtü

Bir Can Filozof Göçtü

Bir Can Filozof Göçtü

 

                              

                                               BİR CAN FİLOZOF GÖÇTÜ

            “Naci-i bî necat” derdi kendisine. Kurtuluşsuz Naci. Naci, kurtulan, kurtuluş demek olduğuna göre “Naci-i bî necat”, kurtuluşsuz kurtulmuş demek oluyor. Naci’yle olan düşün yolculuğumuzda hep çareli çaresiz, çaresiz çareli insanlar olduk.

            Ömer Naci Soykan dostumun bu dünyadaki fiziksel görünümünü 2017 Aralık ayının başlarında sabaha karşı yitirdim. Onunla ölümünden kırk beş yıl önce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe koridorunda karşılaşmıştık. Ben ODTÜ’den elektrik mühendisi olarak mezun olan, felsefe vurgunu yemiş, şaşkın, kendini arayan biriydim. O kendinden emin, sıcakkanlı, bana göre biraz dünya işlerine gömülü, Almanya deneyimleriyle yoğrulmuş, felsefede doktora öğrencisiydi. Elinde gotik harflerle yazılmış Hegel’in bir kitabını taşıyordu. Bana ne çalışacağımı sormuştu. “Witgenstein” demiştim. “Wittgenstein’da mantık-dünya ilişkisini çalışmak heyecan verici olur” demişti. “Evet” demiştim, “bak adamın adı ve soyadı Ludwig Wittgenstein, adının ve soyadının ilk harfleri L ve W, nedir onlar Logik (mantık) ve Welt (dünya)”. Gülüvermişti. Nasıl oldu bilmiyorum, benim gibi o zamanlar içine kapalı, çekingen bir insan onunla hemen dost oluvermişti. Birlikte, “hakikat arayıcıları”, “düşün yolcularıydık”. Kırk beş yıl yürüdük bu bitimsiz yolda. Zor zamanlarımın dostu oldu.

            “Bir adım ‘kurtuluş’ bir adım Ömer yani Homeros” derdi. Eski Yunan’dan gelen yaşama sevinci, düşünme keyfi onu uzun yıllar terk etmedi. Düşünce yoğunlaşmasını yaşamayı severdi. Annesi bir gün ona “sen çocukken sana bir tencere kapağı verirdim, saatlerce onunla oynardın” demiş. Filozof doğuluyor demek ki!

            Hans-Georg Gadamer ve Paul Vogler’in derlediği “Neu Anthropologie” serisinin yedinci cildini okuyoruz birlikte Naci’yle. Yıl 1977 olmalı. Moda’da şimdi Kadıköy Belediyesinin işlettiği çay bahçesinde. Nargile içiyoruz. Gelen çaylara gizliden cebimizdeki konyaktan döküyoruz. Okuyor, düşünüyoruz. Naci’nin Almancası benden çok iyi. Kış vakti. Güneş var.

            O sıralar o, Ernst Mach çalışıyor, ben Husserl okuyorum. Husserl’in bir metninde “ein leere x” (bir boş x) diye bir söz bulmuşum, Naci’ye coşkuyla anlatıyorum. Bir boş x, yaşam. O x’i bizim anlam verme gücümüz dolduruyor. Bir boş x olan yaşamı doldurduk onunla.

            Doktora tezim kabul edilmediğinde Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yolda “Neden böyleyiz biz, Naci?” demiştim. “Bizi bu dünyadaki kurnaz, iş bilir, içten pazarlıklı insanlardan ayıran ne? Neden herkesin kolaylıkla yürüdüğü yollarda kayboluyoruz biz? Neden hep yanlış kapıları çalıyoruz?” Gülümsemiş, “korkma ben yayınevi kuracağım, hem kendimin hem senin kitaplarını yayınlayacağım” demişti. Gerçekleşmeyecek düşlerin acı tebessümlü yolcularıydık.

            Kadıköy’den okula, Beyazıt’a doğru vapurla geçiyoruz. Ön taraftaki açık alanda sigara eşliğinde çay içiyoruz. İki yalnız insan bir aradayız. Birlikte okuduğumuz adını andığım kitabın içine Behçet Hoca’dan (Necatigil!) şu dizeleri yazmışım: “Kalsın kovuğunda/ Gizli tarihi acıların/ Vakt erer bir bulan/ Bir bilen bulunur”.

            Neydi acılarımızın gizli tarihi? Konuşacak, tartışacak, güvenecek, canınızdaki düşünceyi yaşayacak ortamı bulamayanların tarihi. Bu tarih bir Oğuz Atay çıkardı bu kültürde. Ülkeyi, eğitimi, hocaları eleştiriyorduk. Bu düşüncelerimizin çağlayarak, gürül gürül akarak düşünce denizine ulaşacağı bir iklim yoktu. Ben geçinmek için çok düşük ücret karşılığı  zaman zaman günde on dört saate varan iş yoğunluğuyla dershanelerde matematik, fizik dersleri veriyordum. O, derinden duyduğu düşünce ateşini yakacağı ortamı bulamıyordu. Parmağını kaldırarak “ideleri görmek gerek” deyişini unutamıyorum. O kadar saf, o kadar dürüst bir düşünce yolculuğu vardı. Heyecanımız doruğa varıp da birlikte kitap ya da makaleler yazabileceğimizi düşündüğümüz dönemlerde Naci’yi evde, yorgun, bitkin, dalgın buluyordum. Ölümünden bir süre önce Ankara’da evime geldiğinde “Ahmet, çok şeyler yapmak istedim ama hastalık peşimi bırakmadı” diye yakınmıştı.

            Bir an geliyor, göçüyor, bu dünyanın dışına düşüyordu. Doktorlar bir ara lityum eksikliğine bağladılar sorunu. 1986 yılında birlikte maceralı bir tren yolculuğuyla Viyana’ya doğru yola çıktığımızda bavulunda bir kavanoz lityum hapı taşıyordu. Ne yıldı ama. Wittgenstein’ın köyüne vardığımızda yaşadığımız acıklı gülünç olaylara kahkahalarla gülüyorduk. O denli gürültülü gülüyor olmalıydık ki kaldığımız pansiyonda oda komşumuz ünlü filozof Hintikka duvara vurarak bizi uyarmaya çalışmıştı.

            Sevincin, çılgınlığın kolayca girebildiği kapıları vardı ruhunun. Rizeliydi. Babasının yanında müteahhitlik yapıyordu önceleri. Becerikli bir marangozdu. Acılar duyar ama melankoliye düşmezdi. Güçlü bir umutla yaşadı dünyayı. Açık sözlüydü. Almanca felsefe bildiğini göstermek isteyen ODTÜ’den bir sosyolog arkadaşın bir toplantıda ipliğini pazara çıkarmıştı. Bu huyu yüzünden ona tepki duyanlar, onu sevmeyenler olmuştur. “Neden böyle konuşup, yazıyorsun Naci” diye sorduğumda “onlar da dürüst olsunlar” demişti.

            Mimar Sinan Üniversitesi sosyoloji Bölümünde felsefe dersleri vermekle süren akademik yaşamı onu yoğun bir mücadele ortamına itmişti. Uzun yıllar profesörlük kadrosunu vermediler. Defalarca YÖK’e mektuplar yazarak, uluslararası yazılarının, çalışmalarının zenginliğini vurgulayıp üniversitesini şikâyet etmişti. Profesör olduktan sonra gönlündeki felsefe bölümünün kurulması için yine zorlu bir savaşa girmişti. Öyle bir bölüm olacaktı ki orada hem doğa bilimleri, matematik hem de klasik Batı dilleri okutulacaktı. Bölümü kurdu sonunda. Ama düşleriyle gerçek arasındaki uçurum ona çok acı verdi.

            Bir başka düşü de Rize’deki çay tarlasında bir akademi kurmaktı. Tepede deniz gören bir konumdaki tarlada yapacağı binalarda ülkemizden, ülke dışından gelecek felsefeciler toplanıp felsefe yapacaklardı. Bu binaların karşısında bir yerde kendine bir mezar yeri ayırdığını söylemişti. Uzun bir yaşamı olacağını düşünüyordu. 72 yıl yaşadı.

            Onunla yarım kalan birçok programımız vardı. Bir konuya başladığımızda benim oyuncu ruhum onun ciddiyetiyle çatışırdı. Tamamlayamazdık. Beni hiçbir zaman kırmadı. Hakaret etmedi. Mektupları “Ahmetciğim” diye başlardı, “yine beni unuttun” diye sürerdi.

            Aynı ortamda olsaydık, sanırım birlikte ülke sorunlarına felsefeden yola çıkarak düşünceler devşirebilirdik. Farklı ortamlarda yaşamak birlikte üretime engel olabiliyor. O, akademik hayatındaki yalnızlığını Taksim’de küçük bir daire kiralayıp, çevresine yetenekli gençleri toparlayarak gidermeye çalıştı. Onlarla dersler yaptı, tartıştı.

            Öldüğü gece sabaha karşı evimin telefonu acı acı çaldı. Uykudan uyanıp telefona koştum. Ev telefonumu genellikle dostlarım bilmez. Sanırım Naci de bilmiyordu. Telefonu açtığımda bir hırıltı duydum yalnızca. Kimdi arayan bilmiyorum. Ben Naci’nin “Kurtuldum Ahmet” dediğini duyar gibi oldum.

            Can filozof yoldaşımın değerini anlatacak gençlere güveniyorum.

           

07 Mart 2020, 11:14 | 947 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*