ÖTEKİNDEN ÖTEDEKİNE: LEVİNAS’DAN LEVNÜNNASS’A

ÖTEKİNDEN ÖTEDEKİNE: LEVİNAS’DAN LEVNÜNNASS’A

ÖTEKİNDEN ÖTEDEKİNE: LEVİNAS’DAN LEVNÜNNASS’A

Levinas’dan ötekinin çarpıcı anlamlarından birini öğrendik. Yıldızlar kadar uzakta, dokunabileceğim kadar yakın, onu bilmekten ona şiddet uygulayabilirim kaygısıyla kaçındığım bir sonsuzluk: Yüzüyle bana Tanrıyı hatırlatan sorumluluk kaynağım. Üstüne titremem gereken bana verilmiş bir emanet.

Ahlakın, bilgiden, “varlıktan” önce geldiğini, ilk felsefe olduğu imâsını aldık. Öteki, bana sorumluluğumu, câna, canlılığa, “dışımdan” çıkarak hizmet etmem gerektiğini, “ben” merkezli, “iç” kaynaklı çıkışın tehlikelerini hatırlatıyordu.

Ötekine karşı tavrımda yaklaşımımda kökten bir değişiklik yapmam gerekiyordu. Batı düşüncesi “öteki” odaklı yaşam tutumunu edinemiyordu: Dünyadaki zulmün kaynağı ötekinin yüzünü “görememekti.

Levinas, dini bütün bir Yahudi olarak, Batı ahlakına yönelttiği eleştirilerini kendi yaşamından, dinsel metin okumalarından, bu okumalarının ardından geliştirdiği yorumları yoğun biçimde düşüncelerine işleyişinden, yaşamasından devşiriyordu! Bize ötekini hatırlatıyordu, öteki odaklı bir dünyayı.

Nerede yaşardı öteki? Komşumuz muydu? Peki, hangi komşumuz? Bilgimizin, kavramlarımızın mengenesine sıkışmayan bir öteki. Peki, kimin böyle bir “öteki”si vardı? Öteki bir travmaydı benim için, Levinas’ın “öteki”si de, bir ahlak “kuramı” olarak bir travma idi. Ötekinin böylesine yüceltildiği, yaşamın odağına konduğu tavır, bir “şok” etkisi yaratmıştı bende.

Toplum bilimcilerin, siyaset bilimcilerin “öteki”si dünyada idi: Bizden olmayan, farklı olan, benimsenmiş, kabul görmüşün dışında, azınlıkta, çoğu kez “mazlum”un adıydı öteki. Asıl olan, merkezde duran, gücü elinde tutan “bu” değil de “öteki”ydi. Oysa Levinas’ın “öteki”si, öteki ötekiydi deyim yerindeyse, yaşama ve düşünme alışkanlıklarımızın kökten değiştirmemiz gerekliliğini hatırlatıyordu bize. Böyle bir ötekinin “görüldüğü”, bir biçimde yaşandığı dünya artık, o, eski dünya olmayacaktı. Felsefe artık o, “eski” felsefe olmayacaktı. (“Post- Levinasian” bir felsefenin nasıl bir şey olabileceğini derslerimde öğrencilerimle sorguladım yıllardır!) Dünya “menteşelerinden çıkacaktı”, bana hep, Levinas okurken, kimi tümcelerinde dolaşırken, Levinas’ın bile kendi söylediklerinin ne denli “kökten” ahlak ve düşünme tavırlarına gebe olduğunu göremediğini düşünmüşümdür. Belki bu sözlerim, belgelerle desteklenmesi gereken abartmalardır, ne var ki içten izlenimlerini söyleyebiliyorum bu yazımda.

Levinas’ın bizi getirdiği nokta dili ve düşünmeyi zorluyor. Kavramların olmadığı ya da bildik, alışıldık biçimde işlemediği bir felsefe nasıl olanaktır? Levinas’ın ardından, susmak ve yalnızca ötekinin ağır travmatik emanetini alarak yaşayıp gitmek mi düşer bize?

Levinas’tan sonra nasıl yaşanır? Nasıl düşünülür? Levinas vurgunu nasıl atlatılır? Levinas’ın imâsı nasıl anlaşılır?

Yalnızca bir imâ mıdır, Levinas’tan gelen? Masumiyeti önünde, sonsuzluğu önünde tir tir titrediğim öteki, bu dünyadaki ilişkilerimde beni nasıl dize getirir?

Yahudi Maskesi mi Takmış Öteki?

Derken, Levinas’la söyleşilerden, Levinas’ın politik yazılarından anlıyoruz ki bir “Siyonist”tir o! Yahudi olmayan komşusu yok mudur Levinas’ın? Kadın olan dostu yok mudur? “Öteki”si, erişkin Yahudi erkeklerinden mi oluşuyor?

Levinas’ın önerdiği “öteki”, bir “travma”, bir “sonsuzluk” bir “tanrısal iz” olan öteki, bir yahudi erkek midir? Bir başka travma olmaz mı böyle bir sonuç? Hani sonsuzdu öteki? Hani “öldürmeyeceksin!” yazıyordu; ötekinin alnında? Öteki bizim “ırk”tan, bizim “kabile”den olan mıdır Levinas? Felsefeyle kendi “ben merkezci”, “ırk merkezci”, “kavim merkezci” görüşlerini saklamaya mı çalışıyorsun Levinas? Kimsin sen Levinas? Dokunabilir misin bana? Senin kültüründen, inancından, kavminden gelmeyen biri olarak bendeki sonsuzluğu görebilir misin Levinas? Yoksa, “öteki”ler arasında ayırımların var mı? “Benden olan, benden olmayan öteki” gibi? Elbette yazdıklarında, felsefeye değgin yazdıklarında böyle bir ayırım görülmüyor. Ama neden İsrail devleti için yazdıklarında “öteki” yitiyor?

Bu sorunun bu yazının çerçevesi içinde verebileceğim yanıtı şöyle bir benzetmeden kaynaklanıyor: İşaret, işaret ettiği yere “gitmek” zorunda değildir. Levinas felsefesi, bir açıdan imâ felsefesidir. “İşaret” felsefesidir. Dire, dit ayırımı ile yürür.

 

Felsefenin başından beri gözlemleyebileceğimiz bir görüntüyü anımsayalım, ethik yarılma görüntüsünü. Platon’da ahlak düzlemi, idealar düzlemindeydi. Ahlak, felsefe tarihi boyunca bu yarılmayı sık sık yaşamıştır: Kendisini besleyen toplumsal yaşamdan siyasal düzlemden ayrı düşünülmüştür. Ahlak olguların dışında, üstünde, ötesinde bir yerlere konulmaya çalışılmıştır. Levinas’da ahlak düzlemi, “logos” merkezli bir yapı taşımasa da, yine de bir anlamıyla “ideal” düzlemdir. İşaret ya da imâ ya da dire düzlemidir. “Öteki” bu düzlemden görülen ötekidir. Bu düzlem felsefe düzlemi ile kesişir bir noktada, ama ondan “ayrıdır.” Felsefe düzlemi ise “altta” siyasal-toplumsal-kültürel düzlem tarafından beslenir.

 

Levinas’ın sorunu bu üç düzlemde de bulunmasından kaynaklanıyor. Felsefe düzleminde olup, “öteki düzlemi”, ahlak düzeni üstünde konuşabiliyor. Siyasal düzleme indiğinde bu iki düzlemden de kopuyor.

Nereden konuşuyor Levinas? Ehtik yarılma içinde olduğu açık. Kant’ta da örneğini görüyoruz bu yarılmanın. Üstelik, Kant’taki yarılma ikiye ayrılma olmasına karşın   Levinas’daki yarılma üçlüdür. Felsefeye karşı takındığı tavrıyla onun hem içinde hem dışındadır. Ahlak düzlemi, felsefe düzlemi “içinde” değildir. Bir Yahudi olarak Levinas kendini en azından üçe bölmüş oluyor. “Öteki”nden yola çıktığında ahlak düzleminden imâlarda bulunuyor. Nereye? Kime? Felsefecilere, ahlak filozoflarına, ahlak düşünürlerine. Nasıl konuşuyor? Felsefe diliyle. Alışılagelen felsefe dilini aşmaya çalışan bir dille.

Peki, biz, Levinas’ı yargılayanlar onu dinlerken ne durumdayız? Nereden dinliyoruz? Kendi kültürümüzden. Nereye seslenmek için dinliyoruz? Kime? Kendi kültürümüze. Nasıl? Yarı felsefî, siyasi, kültürel bir dille. Onu suçluyoruz. Neden Filistinli “öteki” olmuyor diye. “Öteki” ahlak düzlemindedir ve orada din, ırk, cinsiyet… yoktur! Elbette, bu düzlem içinde ötekinin milliyeti olamaz. Levinas’ın İsrail için söyledikleri alttaki siyasal toplumsal, kültürel düzlem içindedir.

 

Elbette bu düzlemler arasında etkileşimler vardır. Levinas’ın üçe yarılması onun sorumluluğunu da üçe böler mi? Ahlak düzlemi felsefe ile ilişkisi içinde bir ethik düzlemdir, ona karşı sorumluluk, bu düzlemi “hakkıyla” inşâ etmektir. Levinas bunu başarmış biridir: Çağımız felsefesine tuttuğu ışıkla. Bir Yahudi olarak sorumluluğu şekildeki III. Düzlem içindedir. I. Düzlem, elbette III’ü yaşayışımızı etkilemek içindir. Tarihten gelen, etnik, toplumsal, siyasal, dinsel, kültürel nedenlerden dolayı I ile III’ün etkileşiminde sorunlar vardır: İnsan henüz ahlak düzlemini, yaşam düzlemine indiremiyor. I. Ve II. Düzlemdeki çabalar, dolaylı da olsa III’ü etkiler ama III kendi törel (moral) ahlakı ile yaşamını sürdürüyor. Ne denli “evrensel”, “yüksek” değerlerin ardında gibi görünse de Thrasümakhos bu düzlemde Sokrates’ten daha etkin görünüyor! Levinas üçe yarılması içinde daha da güçsüz Sokrates’den. Sokrates ikiye yarılmıştı, Levinas ise üçe, Sokrates oluşturmaya çabaladığı felsefe düzleminde yaşıyordu ahlak düzlemini. Bedeni “agora”da dolaşırken (III. Düzlem) düşünceleri II. Düzlemde idi.

Bugün post Levinasian bir dönemde II ile III ün ilişkisinin filozoflar tarafından nasıl oluşturulacağı ilginç bir soru olarak duruyor.

Nerededir Öteki?

Öteki bana dışımdan gelir. Ötemdedir. Ötekiyle ilişkim yukarıda söylenenlerin ışığında, Levinas’ın işaret ettiklerinden farklı bir biçimde görünüyor. Dışımdaki ötede üç yaşam alanı görüyorum, üç ayrı düzlem. Yaşadığım, günlük yaşamda, karşımdaki insan diğeri olarak görünür bana. Diğeri ile bir toplumda yaşarım. Komşumdur ya da değildir. Dostumdur ya da düşmanım, belki de hiç tanımadığım. Bu günlük yaşamdaki diğeri, Levi-nâs düzlemindedir. Benimle ilişkisi bu düzlem üzerindedir. Levi, Eski Ahid’deki ortaya çıkışıyla (Yaratılış, 29: 34) bağlanış anlamına gelmektedir. Yakup’un üçüncü oğludur, Levi kabilesinin atasıdır. Doğduğunda annesi “artık kocam bana bağlanacak” dedi. “Çünkü ona üç oğlan doğurdum.” Eski Ahid’de anlatılanlara göre bu bağlanışı sağladığı için ona Levi adı verildi: Bağlanma. Nâs ise Arapça’da, “bir topluluk meydana getiren insanlar, halk, herkes, elâlem” gibi anlamlara geliyor. “Levinas” sözcüğündeki ilk iki heceyi İbranice, son heceyi Arapça okuyup yorumlarsak, Levi-nâs halkın bağlanması gibi bir anlama gelir ki, bu bir anlamıyla töre demektir. Yukarıdaki üç düzlemli açıklamamızda üçüncü düzleme karşı gelmektedir. Levinâs düzlemi, günlük yaşamın, ekonomik, siyasal ilişkilerin içindeki sıradanlıklarda karşıma çıkan insanlar diğeri’dir, diğerleridir. Töresel kurallarla, hukukla, toplumsal sözleşmelerle bağlandığım insanlardır. Levinâs düzleminde ya da Levinâs dünyasında, insanlar birbirlerinin dışında, birbirlerine diğeri durumundadırlar. Bu durum, sosyo-biyolojik açıdan bu gezegende yaşamın sürmesini sağlamıştır.

Töre üstüne düşündüğümüzde, bağlanmanın ötesinde bireyin ortaya çıkışını izleyebiliriz. Felsefenin Batıda ortaya çıkışıyla birlikte, “felsefî ahlak”, insanın eylemlerini, değerlerini sorgulamaya başladı. “Ben”den diğerine yönelmiş bir ahlak anlayışı, “ben merkezli” bir bakış, insan yaşamında ağırlığını duyurdu. İşte ikinci düzlem, logos, felsefe düzlemi, kelâm düzlemi, karşımdaki insanı belirlemeye yol açtı. Bu düzleme Levn-nâs ya da Levin-nâs düzlemi ya da dünyası diyebiliriz. İki sözcüğü de Arapça’da ya da bize geçmiş biçimiyle Arapça’dan okursak, “halkın rengi” yorumuna ulaşabiliriz. “Levn” ya da “levin” renk, boya, beniz, çeşit, tür anlamlarına gelir. Örneğin Karacaoğlan Batıyı anlatırken:

“Levin tutmuş goncaları açılmış

Gülleri var bizim güle benzemez”

Diyor. Levin tutmak, renklenmek anlamına gelmektedir. “Levni dönmek”, benzi sararmak, yüzünün rengi değişmek anlamlarındadır. Bu ikinci düzlemde nâs’ın rengi vardır, nâsı oluşturan insanların rengi benlikleri, kendilikleri, birbirlerinden farkları vardır. İşte buradaki benden farklı olan insan (ya da varlık!) ayruktur. Ayruk sözü, örneğin Yunus’un bir şiirinde şöyle geçer:

“Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san

Dört kitabın mânâsı budur eğer var ise.

Ayruk (ya da ayrık) ben gözüyle görülen, saygı gösterilen, kendisiyle eş tutulan biridir. Felsefî ahlakın bana söylediği, gösterdiği insandır. Ayruk sözcüğünün Türkçe’deki diğer anlamıyla, bu düzlemde karşıma çıkan insan, ilginç bir görünüş daha kazanır. Yunus’u dinleyelim:

Ol dost bana gelsün dimiş sundum kadeh alsun dimiş

Aldum kadeh içdüm şarab ayruk gönlüm ölmez benim.

“Ayruk” burada, bundan sonra, artık, gayri anlamındadır. Bu düzlemdeki ayruk, “ayruk”tur, bundan sonradır. Çağdaş insanın, ayruğu, “bundan sonra” olan, şimdiden öteye, şimdiden sonraya atılan, bir anlamıyla “ertelenen” biridir. Geçmişle bağını koparmış (Levinas’ın “ötekisiyle taban tabana zıt!) şimdiyi geleceğe uzatan “bundan böyle” olan ayruktur. Aklın ya da pratik kaygıların zorlamasıyla “ olması gereken”, “bundan böyle nasıl olması gereken” bir ayruktur. Geleceğe bandırılmış şimdide yaşar.

Peki nerededir öteki? Elbette ahlak düzleminde, birinci düzlemdedir. Bu düzlem artık Levinas düzlemi değildir ne de diğer ya da ayruk düzlemi. Bu düzleme Levnünnass düzlemi diyorum. Levn, renktir. Nass ise (sad ile!) “açıklık, açık ve kesin yargı, doğma, tartışma kabul etmeyen delil hükmündeki söz” anlamlarına gelir. Dini tartışmalarda açık hüküm getiren ayete işaret eder. Burada “kesin”, “tartışmasız” olan ötekidir. Öteki dışımda, öteki her tarafımdadır. Levn, eğer tutmuş olan levn ise, öteki ile bağlantım oluşabilir. Levnin tutması ise ötekinin içime buyur edilebilmesi ile olanaklıdır. İçimden geçmemiş, içime konuk edilmemiş, içimde yer açamadığım, içimde dışımda tutamadığım, içimde öteme, iç öteme olamadığım “ayruk” ya da “diğer” öteki olamaz, çünkü levn tutamaz, rengi olamaz. Renk tutabilmesi için içimden geçmesi gerekir. İçimce kabul görmesi, içim tarafından şiddete maruz kalmaması , deyim yerindeyse kurcalanıp, mıncıklanmaması, tâciz edilmemesi gerekir!

Üzerime bir belâ gibi çöken, kendini bana dayatmış, bir darbe ile içimi işgal etmiş, beni sarsıp, yaralamış, örselemiş öteki olamaz. Belki “diğeri”dir, belki de ayruk! Hiç kimse, hiçbir şey zorla öteki olamaz bana. Ötekiyle bağlantımda zor yoktur! (Zorluk elbette vardır!) Ötekine yardım etmezsem, ötekine içimi katmazsam, levnim ötekine yansımazsa, öteki bende yaşamaz. Elbette öteki benden bağımsızdır. Levn tutsa da tutmasa da. Ama bende yaşaması, içime buyur edilmesiyle olanaklı. Yoksa o, dışsallığı içinde, dışımdadır, ben ondan bihaberimdir. Benim katkım olmadan öteki kapımı çalamaz. İçime almadan onu, o dışımdaki öteki olamaz benim için. Levn tutmamış öteki, öteki değildir. Ötekim değildir! Ötekiyi, ötekim diye yaşarım. Bu benim öznelliğimin şiddeti altında ezilmiş öteki anlamına gelmez. Öznelliğimde boğulmuş, “ben”im tarafından ele geçirilmiş, yönetilen bir öteki demek değildir. Benim buna, (Levinas haklı!), gücüm yetmez. İçim, benim değildir zaten. İçim bana emânettir. Öteki, emânetime emânettir. Büyük bir tedirginlikle açarım kapımı ona. Yerini açıp içimin evinde, cân evimde. Buyur ederim. Konuğumdur. Konuğun konuğudur. Ben de evimde konuğumdur çünkü. Tedirginimdir, onu incitmekten sakınırım. Onun nâs içinde yığın içindeki yüzünü görürüm. Yüzü insan yüzüdür. Benim yüzüm değildir. “Bildik” bir yüz değildir! Bildik olsa “diğeri” düzleminde kalır. “Ayruk” olur. Öteki içime buyur edeceğim, beni işgal etmeyecek, benim de onu işgal etmeyeceğim, onu incitmemek için tedirginlik yaşadığım, içimden geçecek konuğumdur. İçimde konuğum olup, mahcubiyetle uğurladığım, dışıma içimden çıkmış biridir. Dışımdan gelip, cânevimde, içimde oturup dışıma gidendir. Ötekinin yolculuğunda ben bir “han”ımdır. Karacaoğlan şöyle diyor:

“Karacaoğlan der ki söyle sözünü

Hakka teslim eyle kendi özünü

Nâs işine karalama yüzünü

Yolun doğrusunu buldun mu gönül”

İçim benim değildir. Canevim benim değildir. Hakka teslim edilmiştir. Emânet alınmıştır. Emânet olan içim, ötekini, “diğeri”, “ayruk” değil de öteki olarak buyur edecekse, onun “levn”ini, rengini görmelidir. Ötekinin yüzü, “nâs işi”, yığınların, sürülerin, sosyo-biyolojik toplulukların çizdiği yüz olamaz. “Nâs” yüzü karalar. Ötekinin yüzü, fotoğraflardan, ekranlardan gösterilen, dayatılan bir yüz olamaz. Benim anlayışımda o, Tanrının yüzü de değildir. Onun “levn”i, farklılığı, benim levn tutmuş, renklenmiş varlığımla ortaya çıkar. Benim çâresizliğimle ortaya çıkar. Çâresizliğimle diyorum, çünkü levn, içim benim olmadığı için, sağlam dayanaklar üstünde, sarsılmaz temeller üstünde durmuyor. İçi olan bir varlık olarak, içimin egemeni, hükümdârı değilim. İçim emaneten duruyor bende, geçici olarak duruyor. Bu iğreti durumumla ötekini, içi olan bir insanı, belki içi olup olmadığını bilmediğim bir karıncayı, bir otu, bir su damlacığını içime alıyorum. Ben çâresiz, o çâresiz. Hiç birimizin değil kendisi. Ötekini konuk edişim bir çâresizlik üleşimidir! Paylaşımıdır! Levnimi, karşımdaki levne katıyorum, o levnini bana katıyor, artık renklerimiz karşılaşma öncesi renkleri değildir! Bir emânet olan içimde bana konuk gelmiş, güvenip de konuk gelmiş, güvenip de konuk ettiğim, ama güvenimin mutlak güvencesinin olmadığı, deyim yerindeyse “kelle koltukta” güven yaşadığım birini içimde ağırlarken, yetersizliğimin verdiği mahcubiyetle ona uygun bir duruşla çırpındığım öteki de, varlığıyla beni kendine konuk etmektedir. Bu karşılıklı konuk olmada, konuklaşmada ev sahibi yoktur. Onun rengi bana, benim rengim ona yansımaktadır. Üstelik bu içimde cereyan etmektedir. Diğeri dünyasının Levinâs dünyasının ya da düzleminin göremeyeceği bir dünya. İçimde ötekini öldürebilirim ve hiçbir yargıç beni kâtil olarak yargılayamaz. İçimde ötekine zulmedebilirim. Ötekini yok edebilirim. Ötekisiz kalabilirim. “Diğeri” ve “ayruk”la yaşayabilir, onlar üstüne ehtik konuşmalar yapabilirim. Öteki içimden geçerek öteki oluyor. Konuk edebilirsem öteki oluyor. Hürmette kusur etmezsem öteki oluyor. Nâs’a açık değil cân evim. Nâs işine bulaşmam yüzümün karalanması, levnimin solması, levnimin dönmesi demektir. Nâsa şirin görünmek, nâsın onayını almak için değil, ötekiyle konukluğum, konuklaşmam!

 

Öteki, cânevime aldığım bir yabancı mıdır? Değildir. “El” değildir, yabancım değildir. Akrabam, takım arkadaşım, komşum sevgilim de değildir. Onlar “Diğer” dünyasında yaşarlar. Hattâ ayruk katına da sızabilirler. Korkarım Levinas’ın ötekisi, ayruktur! Sonsuzlukla donanmış, bir yabancı olan ayruk! Öteki canevime, beni “görmüş”de gelmiştir. Kapımda durmuş da gelmiştir. İçimin penceresinde durmuş, penceresinden görülmüş de gelmiştir. Ben ona gittiğim için gelmiştir. Birbirimize karşılıklı geldiğimiz, geliştiğimiz için gelmiştir. Diğeri ve ayrukluğu aşmış da gelmiştir. Emânet olan içini bana emânet etmek için gelmiştir.

Ötekiyle ilişkim, öteki dogmasının, nass’ının renklenip, dönüşmesiyle, levniyle yaşanır. Şimdilik karşımıza çıkan bu Levnünnass düzlemini, âlemini, bu âlemdeki ötekiyi, bu kadar imâ ile bırakalım.

 

Aralık 2004, Ankara

21 Ocak 2024, 21:32 | 432 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*