FELSEFE AHLAKI ÜSTÜNE BAZI İLK DÜŞÜNCELER

FELSEFE AHLAKI ÜSTÜNE BAZI İLK DÜŞÜNCELER

FELSEFE AHLAKI ÜSTÜNE BAZI İLK DÜŞÜNCELER

 

Yüzyıldan fazla bir süredir, Batı Felsefesinin, içinde yer aldığı kültürün çok hızlı değişimlerinden dolayı, kendini sık sık sorguladığını görüyoruz: Nedir felsefe ve ne işe yarar? Kimi felsefecilere göre, bu sorgulama hâla gündemdedir; gündemde olduğu sürece de felsefenin kimlik bunalımı sürüp gidecektir.

Ne var ki bu bunalımı abartmaya gerek yoktur; çağımız felsefesi değişik felsefe ortamlarında sürüp gitmektedir; felsefî araştırmalar, çözümlemeler, görüş ortaya koyma çabaları, ardı arkası kesilmeksizin gerçekleştirilmektedir; felsefeci işinin başındadır.

Yakınmalar bitmemiştir. Felsefe yapmaya başlayalı beri felsefeden yakınmış durmuştur insan. Ne yaptığının bilincine varmak, felsefe etkinliğinin kendisini anlamak isteyen felsefeciler, felsefenin kendisini felsefe sorunu haline getirmişlerdir. Üst‑felsefe (Meta-Philosophy) çalışmaları bunu gösteriyor. Bu yazımda, kıyısından köşesinden bir kaç ipucu vererek ele alacağım felsefe ahlakı konusu da, kültür ve yaşama dilimleri içinde felsefenin yerinin saptanması, yoklanması, bu yerle ilgili önerilerin tartışılması olarak anlaşılabilir.

Batı kültürü içinde oluşturulmuş, başka kültürlerden de yer yer etkilenmiş felsefeyi Türkçe düşünmeğe çalışan bir felsefeci olarak sorun yapmam, bir bakıma, felsefe çalışmalarım sırasında görmezlikten gelemeyeceğim düşünce rahatsızlıklarından kaynaklanıyor. Benim gibi felsefenin oluşturulup yürütüldüğü ortamların uzağında olanların felsefî yönelimlerini belirleyebilmeleri için bu çabalar kaçınılmaz görünüyor.

Yaşayışımızın felsefesizleşmesi olgusuyla başlayalım. Kimbilir belki de felsefenin toplumumuzda, giderek Batı toplumlarında da kurumsallaşmasındaki aksaklıklardan kaynaklanıyor, bu durum. Felsefeye gönül vermiş felsefeciler olarak felsefeyi yaşayalım istiyoruz. Felsefeyle kaynaşmış bir toplum özlüyoruz. (Ne demekse o, “yaşama” dediğimiz! Sezgisel düzeyde anlaşılır olduğunu umarak, bu yaşımda üstüne varmayacağım, bu can alıcı kavramın.)

Deniyor ki, Amerika’da felsefecilerden hukuk, yönetim alanlarında yararlanılıyormuş; yani, felsefeciler kullanılıyormuş, bir işe yarıyorlarmış.

Bu “kullanılmadan” oldukça tedirgin olduğunu belirtmeliyim. Felsefenin başlangıçta işlevi bu değildi. Yoksa, yüzyıllar sonra, değişen toplumsal koşullar, toplumdaki iş bölümünün farklılaşmasıyla, böyle bir göreve mi getiriliyor? Ben felsefeci olarak, hangi patronun hizmetinde olacağım? Hangi toplumsal kurumu, ne adına savunacağım? Kimlerin avukatlığını, kimlerin savcılığını yapacağım?

Ne işe yarayacak felsefe? Felsefeci hep, örneğin, bilim insanlarının konuşmalarını bekleyip onlardan sonra mı konuşacak? Kimin tazısı olacak? Neleri kovalayacak?  Felsefeyi özgü bir şey kalmadı mı kültürümüzde, kültürlerde? Felsefe neyin hizmetindedir?  Yoksa, felsefe, bu hizmetçilik görevini sürdürecek kendine ortadan mı kaldıracak? Bütün felsefe sorunlarını bilim adamlarına, sanatçılara, tarihçilere, din adamlarına, kültür adamlarına devredip, çekip gidecek miyiz? Yalnızca, onun bunun hizmetinde düşünceler, tartışmalar üreten, kavram çözümlemeleri yapan kişiler mi kalacağız? Bu, felsefenin tahribi değil midir?

Evet, tahribidir. Ben böyle bir felsefeden yana değilim.

Felsefenin kendine özgü bir alanı olmalı diye düşünüyorum. Felsefenin gücü olmalı. Felsefecinin içinde bulundukları kültürde düştükleri yılgınlıktan kurtaracak bir gücü olmalı. Felsefî düşünmenin gücü. Bu gücü, yaratıcı felsefeciler ortaya koyacaklardır. Koymalılar. Felsefeyi kültür içinde etkin duruma getirmeliyiz. Bu da, bir açıdan, felsefenin durumunun felsefece tartışılmasından kaynaklanabilir. Felsefe gücünü nereden alıyor? Örneğin, bilimin gücü, çoğunlukla, yaşayışımızı etkileyen teknik, pragmatik sonuçlarından, açıklayabilme, önceden görebilme becerisinden geliyor. Felsefenin, felsefece düşünebilmenin yaşayışımızda hiç mi etkisi yok? Bu etkiyi nasıl yeterli duruma getirebiliriz?

Felsefenin yaşayışımızla, diğer kültürel etkinliklerle ilişkisini felsefece sorgulayarak başlayabiliriz. İşte, felsefe ahlakı bu bağlamda önemli oluyor.

Felsefenin nasıl bir etkinlik olduğunu, giderek olması gerektiğini olgusal araştırmalara açabiliriz. Felsefecilerin ruh çözümlemeleri, felsefeciler topluluğunun toplum bilimsel çözümlemeleri yapılabilir etkinliğinin bilimsel incelemesi gerçekleştirilebilir. Böylece, felsefeciler olarak kendimizin farkına varmada bilimden yardım alabiliriz.

Bu arada sanatçıların, din adamlarının, bilim adamlarının, günlük yaşayışı içindeki insanların felsefeden ne beklediklerini, ne anladıklarını saptayabiliriz.

Bu veriler ışığında, felsefe sorunlarıyla haşır neşir olmuş mantıkçılardan felsefece düşünmeyi, felsefeyi düşünceyi, türlü kaygılar içindeki felsefeci meslektaşlarımızdan felsefenin kendisini nasıl kavrayıp anladıklarını öğrenebiliriz.

İşte, felsefe ahlakçısı (Batı felsefesinde sık sık yapılan “ethik-moral” ayrımını görmezlikten gelmiyorum. “Ethik”i moral yaşayışımızın üstünde felsefece düşünme olarak anlıyorum ve buna, bu yazımda, ahlak diyorum.) yukarıda andığımız çalışmalardan öğrenebildiklerinden işe koyulacak ve ahlakın temel sorularından olan “Nasıl yaşamalıyım? “sorusuna paralel “Nasıl bir felsefi etkinlik içinde olmalıyım?” sorusuyla başlayabilecektir.

Felsefe ahlakçısının, tarihsel, mantıksal, kavramsal çalışmalara yaslanan, bu alanlarda yapılıp edilenlere son derece duyarlı araştırmalar peşinde olan bir felsefeci olduğunu söylemeliyim. Olgusal, empirik verilerle, özellikle kendi gözlemleri ışığında bilimin bulgularından elde edilebilecek sonuçlarla, felsefî kişiyi, felsefe tartışabilen, felsefe yapabilen, sorular sorabilip, olanaklı yanıtları irdeleyerek eleştirebilen kişiyi, ruhsal ve toplumsal açılardan anlayabilecektir. Bu konulardaki görüşlerini olguların ışığında sınayabilecektir. Felsefecinin kültürüyle, yaşayışla ürünleri arasındaki örtük bağı sorgulayabilecektir. Burada, kültür ve felsefe tarihi olanca zenginliğiyle, ayrıntısıyla bir malzeme hazinesi sunacaktır ona. Görüşlerini yargılayıp, pekiştirebileceği ya da çürütebileceği bir ham madde görevi görecektir. Felsefe ahlakçısı, ahlak alanının yaşamayla olan ilişkisini ortaya çıkarırken, felsefe açısından, bu alanın yaşamayla olan ilişkisini ortaya çıkarırken, felsefe açısından, bu alanın felsefenin diğer alanlarıyla olan bağlarını da gözden geçirmek durumundadır. Bilgi kuramı, ontoloji, dil felsefesi, ruh beden ilişkisinin yoklandığı felsefe tartışmaları kaçınılmaz olarak gündemine girecektir. Buradaki sorunlarla, ahlak alanındaki sorunlarını belli bir üst-felsefe anlayışıyla geliştirdiği felsefe çerçevesi içinde, elinden geldiğince titiz, sınırını bilen mantıksal, kavramsal araştırmalarla ele alacaktır.

Felsefe ahlakının konusu içine ne gibi tartışmalar girebilir? Felsefe ahlakının kendini sorgulaması sürekli gündemde kalacaktır: “Felsefe ahlakı nasıl mümkündür?” Ahlak alanı insan eylemlerinin felsefece incelenmesinin bir alanı olduğuna göre, bu alanın değişik yüzleri, cepheleri (aspects) olacaktır. Felsefeciler topluluğu bu yüzlerden en önemlisi. Felsefî kişi, felsefe topluluğunda nasıl yaşayacaktır? Felsefeciler topluluğunun ahlakının özellikleri nelerdir? Nasıl olmalıdır? (Ahlak alanında, olgulara dayalı normatif bir çalışma yaptığımız unutmamalıdır.) Örneğin, felsefeciler nasıl tartışmalıdır. Ürünlerini yayınlarken, değerlendirirken ne gibi ilkelere dayanmalıdırlar? Bu topluluğun liderliği, liderlerin otoritesi, topluluğa kabul, topluluktan uzaklaştırma, topluluk içindeki sıradüzeni (hiyerarşi), topluluğun örgütlenmesi gibi sorunlara nasıl yanıtlar aranmalıdır? Topluluk içi eğitimin yürütülmesi, düzenlenmesi, nasıl başarılmalıdır?

Felsefe ahlakının tartışacağı diğer bir konu da, felsefecinin felsefe topluluğu dışındaki yaşamı, bu yaşayışındaki görüşleri, inançları, davranışları, kişiliği, değerleri olacaktır.

Daha genel bir soru da, felsefeciler topluluğunun toplum, toplamlar arasındaki yeri olsa gerek. Felsefeciler topluluğunun kültür alanına egemen olan diğer topluluklarla ilgisi, olanlar karşılıklı etkileşmeleri, felsefe eğitiminin, toplum kültüründe söz sahibi olacak aydınların kafa yapılarının oluşup gelişmesindeki yeri bu bağlamda ele alınabilecektir.

Buraya kadar, felsefe ahlakının ruhbilimsel, toplumbilimsel yanı üzerinde durduk. Bir de deyip yerindeyse, Felsefî düşüncenin ahlakı var. “Felsefî Düşünce ahlakı” birçok okuru rahatsız edebilir bir söz, düşüncenin de ahlakı olur muymuş denebilir. Şöyle düşünüyorum: Felsefî kişi çeşitli durumlarda, davranışlarda bulunan bir kişi. Örneğin, iki felsefecinin, Sokrates’le Gorgias’ın tartışmaları bir durum içindedir. Her durum bir tarihsel, fiziksel, ruhsal, toplumsal yapı taşıyan çevre tarafından kuşatılır. Yine her durum, “ideal” düşünce dünyasının bir parçası olan ortam içinde oluşur. Sokrates’le Gorgias’ın tartışmaları o zamanki Yunan dilinde, Yunan kültüründe, M.Ö. 4. yüzyılda, diğer kent devletleriyle belli toplumsal, kültürel, ekonomik ilişkiler içindeki Atina’da, örneğin Homeros’dan başlatabileceğimiz belli düşünce ve inanç birikimiyle bu tip tartışma durumlarının oluştuğu ortam bağlamında geçmektedir.

Öyleyse, her durum olgusal bir çevre ve düşünce ortamındadır. Bu ortamlardaki felsefeciler, felsefi kişiler, bu ortamların tabanında bulunan genel yaşama dünyasının (Lebenswelt) etkisiyle, temel görüşlerinden kalkarak görüşler ileri sürerler; tartışmalarında bu görüşlere dayanırlar. İşte benim bu yazıda savlarımdan biri de, bu temel görüşlerimin, felsefe ötesi temel inançlara, görüşlere dayandığıdır; çünkü felsefî düşünceye, düşünmenin içinde yer aldığı ortama çevresel öğelerin sızdığını düşünüyorum. Felsefî düşünme, salt düşünce içinde kalan, salt düşünceden kaynaklanan bir uğraş değildir. Yazık ki, bu nokta, zaman zaman felsefe tarihinde unutuluveriyor. Felsefeci, düşüncesinde bağımsız, özerk olmak istiyor. Düşünce içinde kalırsa, düşüncesini kendisi çekip çevirir ve yönlendirirse, ussal (rasyonel) olduğunu düşünüyor. Bu kaygısında haklıdır. Hangi düşünür, nasıl işlediğini bir türlü bilemediği felsefe ötesi çevresel etkenlerin oyuncağı olmak ister? Burada, felsefe adına korkulacak bir şey yok, bence felsefe ötesi belirleyicileri, fizyolojik, ruhsal, psikiyatrik, toplumsal, tarihsel, politik, ekolojik etkileri felsefenin gündemine alıp sorgulayacak felsefenin dışındaki güçleri, felsefenin malı, felsefe içi konular haline getirebiliriz. Buna felsefeyi içselleştirme diyorum. Bu da, bir anlamıyla, genel olarak felsefenin, özel olarak da felsefecinin kendini bilmesi sorunudur. Eski Yunanlıların o çok önem verdiği kendini bil (Gnothi Seavton) deyişini unutmayalım. Kendini bilmenin, felsefî kişi üzerinde sayılamayacak denli, belki bilincine varamayacağı etkilerin olduğu düşünülürse, ne denli zor olduğu anlaşılabilir. Bir dereceye kadar çağımız felsefesi bunu başarmak durumundadır.

Temel görüşlerinden kalkan felsefeci kişi belli kaygılar taşır. Bu kaygılar öncülüğünde belli bir tavır ya da tutum (einstellung) içindedir. (Bu yazıda bu iki kavram arasındaki ayırımı kurcalamayacağım.) İşte, belli ortamlarda felsefî kişi, belli temel görüşlerden, kaygılardan kalkarak, belli tavır ve tutumla eyler. Tartışır. Düşünür. Düşüncenin dile getirilmesini, sözlü ya da yazılı olarak, bir eylem biçimi olarak anladığım için düşünce ahlakından söz edebiliyorum.

Düşünce ahlakı açısından, benim felsefe çerçevem içinde, felsefî kişinin içinde bulunduğu topluluğa, ya da topluluklara bağlanmasından ortaya çıkan iki temel yükümlülükten hemen söz etmeliyim.

Birincisi, felsefî temel görüşlerimizin ve onların arkasında yatan felsefe ötesi temel görüşlerimizin farkına varmak yükümlülüğüdür. (Olağan ki, elimizden geldiğince, becerebildiğimizce) İkincisi, bu farkına vardığımız temel görüşlerimizi önce kendimize, sonra, uygun olursa, hele hele becerebilirsek, karşımızdakilere itiraf edebilmektir. Çünkü, felsefe tarihi açısından, açık sözlü olmak (parresia) bir erdemdir. Felsefecinin, kesinlikle karşısındakini ne pahasına olursa olsun ikna etmeye çalışan bir retorikçi (ho retor) değil, çıkmazlarını, zayıf noktalarını, çaresizliklerini, temel inançlarını açıkça söyleyebilen (ho parrèsiastès) bir kişi olduğuna inanıyorum. Bunu başarabilmenin felsefe namusu adına gerekli olduğunu sanıyorum.

Felsefî kişiye yukarıdaki yükümlülükleri uygun görürken, fazlaca katı bir tutum içinde miyim diye düşünüyorum.

Felsefî kişi felsefe yapabilen, görüş bildirebilen, kavram tartışması, yeniden düzenlemesi, yorumlaması, çözümlenmesinin üstesinden gelebilen, felsefe duyarlığına sahip felsefe işçisi değil miydi her şeyden önce? Felsefe sorunlarının kendi içlerinde, bir iç işleyişi yok mu? Bütün bu işleyişi kavrayabilip, bunlara katkıda bulunup da, andığım yükümlülükleri yerine getirmeyen birini felsefî ahlaksızlıkla suçlamak da felsefî ahlaksızlığın, dar görüşlülüğünün bir belirtisi değil mi? Sakın onlara haksızlık ediyor olmayayım? Özellikle çağımızda felsefenin giderek incelmesi, uzmanlık alanı haline gelmesi, bu işin işçiliğini yapmayı becerenlere saygı duymamı önler mi? Hoş görülüyüm onlara karşı. Saygıyla izliyorum onları. Ama bu saygım, felsefî ahlak anlayışımı değiştirmeme yol açmıyor. Ben kaygısı olanlara seslenmek istiyorum. Kaygılarımdan kaygı duyanlara. Benim felsefe çerçevem böyle bir ahlak anlayışını bildiriyor. Başka ahlak anlayışım taşıyan felsefe çerçevelerine, bu çerçevelerin, düşünce yapılarının oluşturduğu ortamda saygılıyım. Yeter ki, temel görüşlerine uygun işçiliklerinde başarılı olabilsinler. Saygılı olmak, görüşlerimden ödün vermek değildir. Felsefede hoşgörünün yanı sıra, ölçülü bir ısrarın çok gerekli olduğuna inanıyorum.

Yukarıdaki yükümlülükler, yalnızca temel görüşlerimizin değil, bunlara dayalı, felsefî savlarımızın, tutumlarımızın, kavram işçiliğimizin dayandığı bir bütünlük olan çerçevemizin farkına varmayı da gerektiriyor. Yine bu yükümlülükler, çerçevemizin karşısında olduğu, onayladığı onaylamadığı, belli bakımlardan benimsediği diğer çerçeveleri de, ortamı da tanımaya götürüyor bizi, çevrenin, yaşayışımızın, başka yaşayışların anlaşılmasının, yorumlanmasının, kavranmasının önemli olduğunu gösteriyor.

Yükümlülük, bizim felsefî çerçevemizle, belli kaygı ve tutumla, felsefeciler topluluğuna katılmamızın, belli değerlere, ilkelere bağlanmamızın bir sonucu. Bu bağlanmamızın bir biçimi var. Bağlanma tutumu var. Bu tutum, bizim kaygılarımızın bir sonucu ya da başka türlü kaygılarımızın bir başlatıcısı olabilir. Biraz sonra yine sözünü edeceğini; böyle bir kaygımız yokmuş tutumu da bir tutum. Bu tutum bizim felsefî işçiliğimizin bir ölçüde belirler. Şunu ileri sürüyorum: Bağlanma tutumlarımız felsefî kararlarımızı düzenler. Çevresini, ortamını düşünelim. Kaygılarını göz önüne alalım. Tutumunu buralardan çıkarabiliyor muyuz? Bu açıdan Sokrates’e bakabilmek, diyaloglarındaki tartışma biçiminiz, neleri görmezlikten gelip, nelerin peşinden gittiğini anlamamıza yol açabiliyor mu? Bence, yanıt evet. Felsefe tarihçileri Sokrates’i böyle anlayabiliyorlar. Bu kaygıların olmadığı, yok sayıldığı bir tutumla, örneğin, 1920’lerin başlarında Mantıksal Positivizmin ya da Empirisizm’in tutumuyla, yapılacak felsefe çalışması, dil çözümlemelerine, mantıksal araştırmalara sıkı sıkıya bağlı kalıyor.

Bir olası yanlış anlaşılmaya da değineyim. Ne yaptığımızın farkına varma kaygısı, bu kaygıdan çıkan bir ahlak tutumu işimizi engellemez mi? Felsefi bir paranoyaya sürüklemez mi bizi? Sağlıklı bir felsefeciyi, felsefi kişiyi, hayır! Kaygılarımızdan, felsefî yaşayışımızdan nasıl yararlandığımız önemli burada. Kendimizi tahrip etmeye götüren kaygılardan değil, eksik gediğimizi onarmaya yarayacak, bize felsefî coşku verecek kaygılardan yanayım. Bunun kolay başarılacak bir şey olmadığını da biliyorum. Belki, bir şair için bu farkına varma yükümlülüğü önemli değildir; belki de engelleyicidir. Burada bile kuşkularım var ya, neyse!) Felsefeci farklı bir kültür adamıdır.

Baştan beri, yaşama, düşünme, düşünce, dile getirme, eyleme ilişkisinin, bu ilişkiyi oluşturan öğelerin birbirine ne denli sıkı sıkıya bağlı olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.

Düşünce ahlakında, genişlik, derinlik, coşku ve bağlanmanın ne denli önemli olduğunu da belirtmeliyim. Genişlik, ele aldığımız sorunun diğer sorunlarla ilgisini görebilmeyi, diğer felsefe çerçevelerinin bu soruna bakışlarına önem verip anlamayı gerektiriyor. Derinlik, bir anlamda, sorunun işçiliğinin doyurucu bir biçimde başarılabilmesi demek oluyor. Genişlik ve derinlik taşıyan felsefe uğraşımız, görüşlerimizin bedelini ödemeye hazır olmayı, onların hesabını vermeyi, onlara bağlanmayı, gereksiz yere ödünler vermemeyi, onlardan felsefî çoşku duymayı da gerekli kılıyor.

Yazımı, felsefe ahlakı açısından karşımıza çıkan, çıkabilecek bazı kaygı ve tutumlara göz atmakla bitireceğim.

Felsefî kaygıları, bu yazımda görülebildiğince, üç öbekte ele alıyorum. Düşüncemize ilişkin kaygılardan başlayayım. Düşünürken, bilgi eksikliğimiz olduğu, öğrenmemiz gereken şeyler bulunduğu, bunları bilmeksizin ele aldığımız felsefe sorunu üzerinde konuşamayacağız kaygısı bunlardan birisi. Dile getirme kaygısı bir başkası. Acaba, düşüncemi gerektiğince anlaşılır bir dille anlatabildim mi? Başka türlü söylenseydi daha belirgin olur muydu? Düşünce kaygılarından biri de, düşüncelerimizin tutarlılığı sorunudur. Acaba çelişkiye düştüm mü? Sonsuz gerileme içinde miyim? Savlarımın dayanaklarını gereğince belirtebildim, onları yeterince destekleyebildim mi?

İkinci öbekteki kaygılar, felsefî kişiliğimize, giderek yaşayan kişiliğimize ilişkin kaygılardır. Bu tür kaygılar, felsefede ileri sürdüklerimizin kişiliğimizle ne denli uyuştuğu sorusuyla ilgilidir. Belli bir yaşama biçim, felsefe yapma biçimini benimsemiş kişi olarak, felsefede ortaya koyduklarımız, kişiliğimizle, yaşamayla olan bağları içinde ortaya çıkmaktadır.

Üçüncü öbekteki kaygılar, felsefi topluluktaki yerimizle, bu topluluk karşısındaki tutumumuzla ilgilidir. Meslektaşlarımın felsefecilerin felsefeyle olan bağına ilişkin sorulardan çıkıp gelen kaygılardır bunlar. Son iki öbekteki kaygıların iç içe olduklarım, kimi zaman birbirlerinden kolay kolay ayrılamayacağını söyleyebiliriz. Örneğin, güvensizlik, yetersizlik, aşırı güven duygularıyla ortaya çıkan, çekimser ya da saldırgan oluşumuz gibi değişik tutumlarımızın arkasında yatan kaygılardan bunu görebiliriz.

Burada, kaygılar ile tutumlar konusunda duyduğum “aşırı” kaygılanma biçimim eleştirilebilir. (Bu konudaki uyarıları için Sayın Tomris Mengüşoğlu’na teşekkür ederim.) Bu kaygıları sergilemeye, bu kaygılarla uğraşmaya ne gerek var? Bunların doğrudan felsefeyle ilgili olabilir mi? Bu kaygılar, söylenmemesi gereken şeyler değil midir? Kaygılarımızın iki de bir felsefe çalışmalarında ortaya atılması, bir anlamıyla bizi “sübjektivizm”e götürmez mi? Bu da bir kaygı. Bu kaygıya karşı da daha önceden temel “yükümlülük” konusunda söylediklerime benzer bir tutum içindeyim. Saygılıyım. Şimdilik, felsefe mutfağının sergilenmesinin, kaygılarımızı başkalarına söylemenin, gözü yaşlı, vesveseli ya da özürlerimizi saklamayan bir kalkan kullanma tutumu olmadığını sanıyorum. Bu bir felsefî kişilik sorunudur. “Öznellikten” neden korkayım? Başkaları, ben söz konusu etmesem de, çalışmalarımda bu kaygıları bulacaklardır. Ben yerine, “biz” diyerek ya da edilgin bir çatı kullanarak felsefe yapmanın her zaman daha sağlıklı daha olumlu olmayabileceğini düşünüyorum. İsteyen böyle yapabilir, olağan ki. Ben kaygılarını itiraf eden felsefeden yanayım. Öznelliğinin farkında olup, bunu okurken saklamayan işçiliği yeğliyorum. Bu tutumun işçiliğimde belki çarpıklığa yol açabilir. Felsefe çalışmalarımı sağlıklı biçimde yürütmemi engelleyebilir. Bütün sorun bunun ölçüsünü, kararını bulmaktır. Benim kaygım sağlıklı felsefe yapma çabasının kaygısıdır. Okurun bana yakıştıracağı kaygılar, benim kendimde farkına vardığım kaygılarla karşılaştırılabilir. Bu da en azından, felsefî düşüncemin işleyişinin anlaşılmasında büyük ölçüde yardımcı olur sanıyorum. Hiç değilse kaygılarını ikide bir okurun başına kakar gibi görünen felsefe çalışmalarının neden işlemediğini göstermesi açısından, bir öğreticiliği olsa gerekir. Bu saydıklarımın yeterli olmadığını biliyorum. Dedim ya, her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır. Özellikle bizim kültürümüzde, kendini saklamayı iş edinmiş kültür adamlarının tutumuna karşı bir tavrın geliştirilmesini savunuyorum. Kaygılarını çalışmalarına karıştırma, yoksa çalışamazsın” eleştirisi, benim, felsefeciler olarak bizim, bu kaygıları çalışmalarımıza nasıl karıştırdığımıza bakılarak yapılmalıdır. Düzmece “nesnellik” tutumundan kaçınmalıyız. Doğru olanı bir tek ben görüyorum, gördüğüm tek doğrudur tutumu, çağımız felsefesinde terkedilmesi gereken bir tutumdur diye düşünüyorum. Bu demek değildir ki, söylediğim her şey, birinci tekil şahısla söylendiği için özneldir, başkalarınca paylaşılmayacak denli yalnız bana özgüdür. Dedim ya burada bir “üslûp” söz konusudur. Değişik kaygılardan ve görüşlerden kaynaklanmış bir üslûp.

Kaygılarımızın uzantıları olan tutumlara duyulan kayıtsızlık, felsefi kişilerin tutumlarından biridir, demiştim. Böylesi bir tutum karşısında benim tutumum şöyle olacaktır. Bu tutumuyla, bu kişi neyi başarabiliyor? Bu tutumun arkasında ne gibi kaygıları var? Bu tutumuyla, biricik doğru tutum içinde olduğunu mu sanıyorum? Nesnel olduğuna, ussal olduğuna mı inanıyor? Bu kayıtsızlığı “her savaş mubahtır” anlamına mı geliyor? Kendi tutumundan aşırı memnunluk mu duyuyor? Felsefeyi bir oyun olarak mı görüyor? Bu oyunda kendisini bir oyun ustası (Magister Ludi) olarak mı kavrıyor? Buna benzer sorularla yola çıkacağım. Kendi kaygılarımı ona anlatarak, onunla diyaloga girmeye çalışacağım.

Kaygıların ortaya dökülmediği bir felsefî diyalog mümkün müdür? Sanmıyorum. Aşırı kaygılar, bizi onları saklamaya götürmemeli diye düşünüyorum. Kaygısızlık, bizi nesnelmişiz gibi bir tutum içine sokabilir ya da felsefe bir oyundur tutumuna, belki ilk tutum, ulu felsefe inancıyla, çok çok önemli çalışmalar yaptığımız vehmine sürükleyebilir bizi. Bakın bu tutuma da karşı değilim. Hesabı verilmelidir diyorum, yoksa, felsefî hınzırlık tutumundaki, çağımızda ve felsefe tarihinde örneğine çok rastladığınız, yer yer felsefeyi ortadan kaldırmaya yol açan kişilerle diyaloga giremeyiz. Oysa, çoğu felsefi tutumsuzluk olarak ortaya çıkan hınzırlık tutumuyla yapılan felsefe eleştirilerinden öğreneceğimiz çok şey vardır diye düşünüyorum.

Kaygılarımızı, tutumlarımızı, başkalarının kaygı ve tutumlarını felsefeyle ilgili görmeyen gözü kapalı felsefe çalışmalarının çoğalması, yazımın başında andığımız gibi, çağımızda felsefenin yaşayışımız üzerindeki etkinliğini yitirmesine yol açabilir. Yaşayışımızın felsefesizleşmesine izin vermeyeceksek, felsefeye saygımız varsa, onu yüzyıllardır süre gelen tarihine yakışır biçimde sürdüreceksek, felsefe ahlakı üstünde düşünmeliyiz diyorum. Bu yazımda bazı saptamalar yaptım. Felsefe yapmadım. Bu saptamaların ülkemizde ve dünyada felsefenin geleceği için önemli olduğuna inanıyorum.

07 Mart 2020, 11:14 | 797 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*